Sabah süper bir manzarayla uyandım. Türk kahvesi içip Amerikalı’larla fal baktık.
Günü agro-turizm konağında geçirdim. Yalnız etrafta hiç inek, tarla yok. Hepsi senaryo o agricultural tourism etkinliklerinin. Sadece bahçede 2 fide domates gördüm, bir kedi 2 de köpek gördüm o kadar. İçeride Anima ile SpongeBob’la Simpson’s izledik, annesi de işe gitti. Öğleden sonraya kadar mail baktım, duş yaptım, kirli tabak çanağımı yıkadım, 4-5 tane kahve içtim. Misafirperverliklerini sömürdüm.
Sonra yola çıktım ama hiç bu kadar enerjisiz hissetmemiştim. 15:30’a kadar güneş etkisini kaybetsin diye bekledim ama hala çok sıcaktı ve çok kuruydu. Neredeyse her km’de bir durup su içmek durumunda kaldım. 5 litrelik su depomu doldurup çıktım dünkü susuzluk travmasından sonra. Su için durup her tekrar pedala basışımda bacaklarımın kasları yandı hep. Vitaminsiz mi kaldım acaba deyip suda eriyen Magnezyum+Calcium+C içtim. Yok, yine aynı.
Ara ara durup ilginç manzaranın fotoğrafını çektim. En son duruşumda kilitli pedaldan ayağımı çıkaracak mecalim yoktu. Solu çıkardım ama sağ tarafa doğru devrilmeye başladım. Hemen sağı çıkarmam gerekiyordu. Bir denedim, iki denedim çıkmadı. Ben de “eh peki ne yapalım” diye ağakları bağlanmış kurbanlık dana gibi yolun sağına devrildim. Gülecek dahi takatim olmadığından tepkisizce kalkıp devam ettim.
İlk 30 km soğuk ve sulu şeftali hayalleriyle geçti. Roma’dan önce uğramayı planladığım 2 büyük gölden birine yaklaştığımı hissediyordum. Sarı buğday tarlaları bitti, ormanlar ve çılgın eğimler başladı. Kendimi göl kenarında 2 gece kalırım diye rahatlatmaya çalıştım yokuşlarda ağlarken. Sonra onu gördüm: MEYVE KAMYONU.
Cennetteyim sandım. Önce şeftali, armut, kayısı, ardından birkaç tane sarı erik yedim. Yanıma kavun, domates, soğan, sarımsak ve taze fasülye aldım. Şimdi de fasülyenin hayaliyle bir 20 km daha aşmam gerekecek haritaya göre. Her yokuşun ardından göl çıkar diye bekledim. Ama bunun arkasından gerçekten çıktı.
Ve gölü gördüm, kolum,bacağım,beynim boşaldı adeta. O boş kafayla dakikalarca yokuş indim. Roma tabelasını takip ediyordum ama kamping görür görmez saptım. Çok şahane bir yere geldim, fiyatlar da askeriye kampı gibiydi. Tamam dedim 2 gece net kalıyorum.
Kampingde iki ingiliz turcuyla tanıştım, hemen yanlarına çadırımı attım. Londra’dan başlayıp tüm Ren Nehri’ni takip etmişler sonra İtalya’yı da bi baştan aşağı geçelim demişler, Napoli’ye gidiyorlarmış. Ama çok hızlı gitmeleri, arada tren kullanmaları gerekiyormuş, randevuları varmış birileriyle. Üff tamam dedim peşinize takılmıycam korkmayın, zaten ben kamyoncu gibi gidiyorum. Resmen “Alpine Style” çıkmışlar yola, kendileri de yüklü bisikletleri de tek elle kaldırılır. Onlar restorana gittiler akşam yemeği için, ben de mutfağı kurdum ve başladım taze fasülye pişirmeye. Yine yarısı emekliydi kampingin. Beni gören Alman bir sülale yerde oturup yemek pişirmeme üzülmüş olacaklar ki, “ya biz çok pişirmişiz, arttı” diye kibar bir yalanla bana etli mercimek yemeği getirdiler. Allahım ne zaman ve nasıl bitirdiğimi hatırlamıyorum. Yemek öncesi ve sonrası gölün ılık sularına bıraktım kendimi ve sivrisineklerin ağzına layık olmaya çalıştım. Oley yarın tatil. 55km.