Bugün yine istediğimiz kadar uyuduk, sinek cenneti kamptan ayrılma zamanı geldiğinden sakince toparlandık. Kahvaltı için turuncu biberli Yunan beyaz peynirli 6 yumurtalı omlet pişirdik. Yüzüp geldik, tam ölüm sıcağında yola çıktık. Vapurla yarımadadan Venedik’e geçtik.
Meğer Venedik 1500 tane merdivenli köprünün olduğu, sokakları 2 kadın götü genişliğinde nalet bir yermiş. Vapur bizi şehri karaya bağlayan 8 km’lik yolun orada bırakacak sandık ama alakasız bir yere bıraktı. Aldık elimize bisikletleri ve labirente girdik. 5. dakikada önümüze merdiven çıktı. Neyse çıkardık bir şekilde kamyon gibi bisikletleri, devam ettik. Sağ sol derken yine aynı yerde bulduk kendimizi. Sonra korktuk, haritaya baktık, iyice korktuk. Şehrin dışındaki kamp alanına gidebilmemiz için 10 köprü daha geçmemiz gerekecekti. Turistler şaşkınlıkla, yerliler taşak geçercesine bakıyorlardı terler damlayan suratımıza.
Öğle sıcağında yaptığımız bu hardcore şehir sporundan sonra bol bol küfür ederek kampa vardık. Çocukların uçağına daha 1 gün vardı ama ben artık bu sinekli ve merdivenli yerden gitmeye karar verdim. Kampta 1 gece kalacak tahammülüm kalmadı, vedalaştım ve oradan arılıp bölgesel tren istasyonunun olduğu Mestre’ye gittim. Amacım bir günlük yolu trenle gidip şu iklimden çıkmaktı. Yakın bir yere tren bileti alıp moralimi düzelttim.
Yüzlerce soyguncu, kaçakçı ve tecavüzcü tipli insanın arasında tren garında bir gece geçirmem gerekti. “Al sana macera” dedim. Bu gece göreceksin neymiş kız başına tura çıkmak. Bisikletin yüklerini boşaltıp en sondaki perona taşıdım, ay ışığının altında binbir paranoyayla yüzlerce kere uyanarak uyudum.