Avrupa’nın ortasından başlayıp 2.850 km yol alarak, 10 ülkeden, 4 başkentten geçerek Karadeniz’e dökülen bir nehir; Tuna Nehri…
Yolculuğu boyunca binlerce tür canlıya, milyonlarca insana ve çok geniş tarım arazilerine hayat veren Tuna Nehri, Volga Nehri’nden sonra Avrupa’nın en uzun ikinci nehri ünvanını taşıyor.
(Yazıya devam etmeden önce küçük bir itirafta bulunmalıyım belki de; bu tur aslında orijinal plana -ya da asıl hayale- yaklaşma çabasıdır. Yıllardır, kas gücüyle çalışan bir su taşıtı yapma planı vardı kafamda ki Aydın bu hikayenin her evresini çok iyi bilir. Biraz kağıt üzerinde, biraz da ahşap üzerinde çalışıp birkaç yıl harcadıktan sonra nihayet bu planı hayata geçirmeyi başarabildim. Bu, bir nevi deniz bisikletine benzeyen ahşap bir deniz kayağıydı, adını da “Elyaf” koydum! Tabii ki Elyaf’ı inşa etmek sadece ilk adımdı. İkinci adım, doğup büyüdüğüm ve çok sevdiğim İstanbul’un en güzel yüzü olan İstanbul Boğazı’nı Karadeniz’den Kadıköy’e dek Elyaf ile geçmekti. Ne mutlu bana ki bunu da gerçekleştirebildim. Ne var ki, bu, üçüncü ve nihai hedefe ulaşmak için yolu açan bir ara basamaktı; Elyaf ile Tuna Nehri’ni baştan sona katetmek! Eve giden uzun yolu kendi ellerimle yaptığım bir araçla almak… Dersimi çalışmaya, okuyup araştırmaya, nehrin geçtiği yerlerdeki insanlar ve klüplerle ilişkiler kurmaya başladım. Bir yandan da bu projeye sponsor olabilecek kurumlarla, medya kuruluşlarıyla iletişime geçip destek aramaya başladım. 3-4 ay sürecek bir yolculuktu bu. Ben sudan, Ülker ise karadan yol alacaktı ve ikimiz de günü gününe gördüklerimizi yaşadıklarımızı yazıp yayınlayacaktık. Ülker ile o güne dek biriktirdiğimiz ne varsa bu seyahate yatırmak konusunda da hiçbir tereddütümüz yoktu (gençlik işte!). Neyse, uzun lafın kısası, birkaç kurum “güzel fikir ama para veremeyiz” nevinde cevaplar verdi. Elimizdeki paranın bu işe girişmeye yetmeyeceği de açıktı. Sonra işler değişti, yurtdışına taşındık. Elyaf’ı depoya kaldırdım, Ülker ve hayalimle birlikte Prag’a geldim. Ama insan hayallerinden vazgeçmiyor işte… Bir yoldan olmazsa başka bir yoldan onlara ulaşmaya çalışıyor. Maksat Tuna Nehri’ni görmek, onunla uzun uzadıya yol almak, onu tanımak ve ona mümkün olduğunca doyabilmekse bu yürüyerek ya da bisiklete binerek de yapılabilir. 3-4 aylık parayı tek seferde bulmak zorsa, neden parçalara bölmeyelim ki? İşte bu fikir bisiklet turunun başlamasına sebep oldu.)
2.850 km’lik yolu tek seferde gitmek yerine 500-600 km’lik etaplara bölüp 8-10 günlük turlar halinde yapma fikri geldi aklıma. Böylece her gün sabah erkenden yol çıkılıp 60-70 km pedal çevirdikten sonra günün geri kalanında da şehirleri gezilebilirdi.
Bir gün arkadaşım Ulaş ile sohbet ederken bu plandan bahsettim kendisine, onun da ilgisini çekince bu turu birlikte yapmaya karar verdik. Ülker de bizimle birlikteydi, sabahları vedalaşıp akşamları buluşacaktık. Yol ve konaklama planını hazırlayıp 16 Haziran’dan Donaueschingen’de buluşmak üzere Ulaş’la sözleştik. 17 Haziran sabahı yola çıkıyorduk!
Turun bu bölümü Tuna Nehri’nin kaynağı olan Donaueschingen kasabasından başlayıp Regensburg’ta sona erecekti. Bu parkur hem süre ve mesafe açısından bizim için idealdi, hem de Regensburg’un nehrin en kuzey noktası olması sebebiyle sembolik bir anlam taşıyordu. Regensburg, bundan sonraki etaba başlamak için son derece uygun iyi bir noktaydı.
Günce
Gün 0: Prag > Doanueschingen (Tren)
Ulaş İstanbul’dan uçak ile Stuttgart’a, oradan da trenle Donaueschingen’e gelecekti. Ülker ile benim ise Prag’tan Donaueschingen’e ulaşmak için toplam 5 farklı trene binerek 12 saat yolculuk yapmamız gerekiyordu 🙂
- Prag > Cheb
- Cheb > Nürnberg
- Nürnberg > Stuttgart
- Stuttgart > Sigmaringen
- Sigmaringen > Donaueschingen
Ancak yolda küçük bir aksilik yaşandı. Nürnberg’e vardığımızda yolun kalan kısmının kaza nedeniyle kapalı olduğunu ve alternatif bir yoldan (kuzeyden değil güneyden) devam etmek zorunda olduğumuzu öğrendik.
Deutsche Bahn planlama ve organizasyon konusunda çok iyi. Hatta gecikmeden kaynaklı para iadesi için başvuru formlarını dahi yolculara kendileri dağıttılar. Yeni biletlerimizi alıp trenin tadını çıkarmaya koyulduk.
Nihayetinde gecikme yaşamadan, hatta ilk biletimizde yazılı olan saatte Donaueschingen’e vardık (22:34).
Otele gidip biralarımızı içip kısa bir sohbetin ardından güzel bir uyku çektik.
Gün 1: Donaueschingen > Hausen i Tal (74 km)
Kahvaltının ve Ulaş’ın bisikletini toparlamanın ardından (uçakla geldiği için bisikleti demonte ve paketlenmiş haldeydi) yola çıktık. İlk olarak Donauquelle’i ziyaret ettik. Burası Tuna Nehri’nin kaynağı olarak kabul ediliyor ve hiçbir zaman kurumadığı söyleniyor.
Ardından, Breg & Brigach nehirlerinin birleşerek yola Tuna Nehri olarak devam ettikleri noktaya gittik. Bu noktanın deniz seviyesinden yüksekliği yaklaşık 670 metre ve nehir yatağı Karadeniz’e kadar yani “0” noktasında kadar yavaş yavaş alçalıyor.
İlk günkü yolumuz yaklaşık 75 km’ydi ve belki de bu etabın en güzel bölümüydü. Nehir boyunca ilerleyen yol sırasıyla geniş tarlaların arasından ve sık ormanlardan geçip Beuron’a doğru derin bir vadiye giriyordu. Vadiye hakim tepelerde ise eski şatolar görülebiliyordu.
Beuron’a vardığımızda Ülker’le buluştuk. Burası 19.yy’da inşa edilmiş bir manastıra ev sahipliği yapan küçük bir kasabaydı.
Biraz dinlendikten sonra yola devam ettik, planımıza göre Ülker de trene binip kamp alanına gelecekti ama işler planladığımız gibi gitmedi. Kamp alanına doğru ilerlerken Ülker beni aradı, tren gelmiyordu! Ne otobüs, ne taksi, ne de başka bir araç vardı… Kamp alanına varıp kasadaki adama durumu izah edip bir araç ayarlamam gerektiğini söyledim. Adam “Taksi çok pahalıya gelir, buradan birilerini bulabilirsen daha iyi olur“ dedi. Tam o sırada yanımda durup birasını içen bir adam lafa girip Almanca birşeyler söyledi. Ortaokulda Almanca görmüştüm ama üç-beş kelime dışında bugüne pek bir şey taşıyamadım maalesef. Yine de bir şekilde bana yardım edebileceğini anladım. “Biramı bitireyim gideriz“ dedi. İçimden “Kaçıncı bira lan bu acaba?“ diye geçirdim sadece 🙂
Bira bitti, adam gitti. Birkaç dakika sonra arabayla geldi ve Beuron’a doğru yola çıktık. Küçük bir arabaydı gelen, ön koltuğa zar zor sığdım. Adamın adı Zoltan’dı. İngilizce bilmiyordu ama nasıl olduysa epey bir sohbet ettik yol boyunca. Vaktiyle ailesi Hırvatistan’dan gelmiş ama gurula Alman vatandaşı olduğunu söylüyordu. Koyu FC Bayern Munich taraftarıydı, her yıl aynı yere gelip birkaç hafta kamp yapıyordu ve modern müzikten hiç hoşlanmıyordu. Belli ki o yüzden arabanın arkasında Johnny Cash cd’si duruyordu.
Beuron’a vardığımızda tüm dükkanlar kapanmıştı. Ülker’i alıp kamp alanına döndük. Bundan sonra Zoltan’la aramızda geçen muhabbetin Türkçesi şudur:
- Günahımız nedir hocam?
- Hee… 10 Euro ver tamamdır paşam.
- Buyur… Allah razı olsun!
Gün 2: Hausen i Tal > Zwiefalten (82 km)
Sabah tuvalete gitmek için çadırdan çıktım ama kampın nüfusunun yarısını tuvaletlerin olduğu alana doğru akın ederken görünce fikrimi değiştirip çadıra geri döndüm. Kamp alanında kahvaltı olmadığı için toparlandık, Ülker’i trene uğurlayıp yola koyulduk.
Yaklaşık 7-8 km sonra çok güzel bir kahvaltı yaptık. Hava gittikçe ısınıyor ve bizi düzenli olarak güneş kremi sürmek zorunda bırakıyordu. Ara sıra ormana sapınca bir nebze serinliyor, asfalta çıkınca yine yanıyorduk.
Mengen’e geldiğimizde dondurma ve içecek molası verdik.
Ancak bu molanın bize faturası ağır oldu. İşaretlerin azizliğine uğrayıp yanlış yöne saptığımızı birkaç kilometre sonra fark ettik. (Sayfanın en altındaki) Haritada güneyden kuzeye doğru uzana “düz çizgi“ bunu nasıl telafi ettiğimizin göstergesidir!! Ahahahah! :)) Üstüne bir de kalacağımız pansiyonun “biraz“ içeride ve yukarıda kalması eklenince yol biraz uzadı (!)
Ulaş‘ın her sabah bana “Bugün kaç km gidiyoruz abi?“ diye sorduğunda cevaplarımın yüzünde manidar bir gülümseye neden olması bugünden sonra başladı 🙂
Bu arada öğle yemekleri için dönercileri bolca ziyaret ettik. Türk esnafın sorunlarını dinleyip detaylı notlar aldık 🙂
Zwiefalten’den ise aklımda iki şey kaldı; birası ve kilisesi.
Sevdiğimin bir sağımda diğeri solumda tatlı tatlı uyudum o gece…
Gün 3: Zwiefalten > Ulm (73 km)
Sabah, bir önceki gün fazladan pedalladığımız mesafeyi telafi edecek bir kestirme ile nehire iniverdik. Yol yine yer yer tarlaların arasından, yer yer orman içinden, yer yer de kasabalardan geçerek ilerliyordu.
Munderkingen’de mola verip şeker yüklemesi yaptık (Munderkingen bana Murderking’i hatırlatıyor).
Öğle yemeği için yine bir dönercide durduğumuz esnada bir başka bisikletli ile tanıştık. Hikayesi epey uzundu; Avustralya’da otobüs şoförlüğü yapıyormuş. İrlanda’dan yola çıkmış, katlanır bisikleti ve çok az malzemesi ile yol alıyordu. 50’li yaşlarda, sevimli bir abiydi, adını unuttum valla…
Güneş alnında yaklaşık 20 dakika sohbet ettikten sonra eşyalarını bize bırakıp önce güneş kremi almak için eczaneye sonra da telefon hattıyla ilgili bir işlem için telefoncuya gitti. Geri geldiğinde elinde bir şişe süt vardı. “Dünyanın en iyi sütüymüş bu“ dedi. Öyle olsa gerek ki fiyatı bir şişe sütten çok daha pahalıydı 🙂 Bize de birer bardak ikram ettikten sonra şişeyi kafasına dikiverdi ve sonunda hareket ettik. İlk yokuşa geldiğimizde tepede bekliyordum ki abi geğire geğire yanıma geldi. “Tüm şişeyi içmeyecektim!“ dedi ama artık çok geçti 🙂
Birlikte 20-30 km kadar sürdük. Ulm’a yaklaşırken nehre girecek uygun bir nokta aramak için biraz yavaşladım, abi de sürekli “Radler“ diye sayıklayıp duruyordu. (Radler dediği bisikletçi birası, gazozlu bira, çok bir numarası yok ama rahat rahat içiliyor, güzel güzel serinletiyor)
“Ben önden basayım da gidip Radler bulayım, akşam sizi ararım“ dedi, biz de “Selametle!“ deyip abiden ayrıldık. Sonra da bir daha görmedik birbirimizi. Hâlâ yoldaysa kazasız belasız ulaşır umarım gideceği yere..
Sonunda Ulm’a ulaştık. Otele gidip duş aldık. Ülker bizden önce Ulm‘a varıp şehri çoktan keşfetmişti, bizim de işimize geldi tabi. Yemek yemek ve şehri gezmek için odadan çıktık.
Ulm ile ilgili üç not:
- Ulm Kilisesi, dünyanın en yüksek kilisesi (kulesi) olma özelliğine sahip (161 metre).
- Albert Einstein Ulm’da doğmuş.
- “Ulm Box“ denilen bu tekneler akıntı yardımıyla yol alan, yük ve yolcu taşıyan kutular. İlk olarak 16. yüzyılda inşa edilmeye başlanmış. Yaklaşık 10 gün süren yolculuğun ardından Viyana’ya vardıktan sonra, akıntının tersine ilerleyemedikleri için sökülüp sobalık oduna dönüştürülüyorlarmış.
Ulm aynı zamanda Baden-Württenberg ve Bavyera eyaletlerinin sınırı üzerinde. Öyle ki, Ulm Baden eyaletindeyken Neu-Ulm Bavyera’da kalıyor, Tuna Nehri şehrin iki yakasını ve eyaletleri birbirinden ayırıyor.
Gün 4: Ulm > Dillingen an der Donau (60 km)
Günzburg üzerinden Dilingen…
Başarılı sokak sanatı çalışmalarını ve güzel atları seyrederek yol aldık.
Öğle yemeğini König Döner-Pizza Haus’da yedik, Kahramanmaraş’lı Salman Abi’nin mekanı!
Kamp alanına epey erken vakitte vardık. Geniş geniş yayılıp çadırları kurduk. Bizden sonra gelen 4-5 kişi daha oldu, hepsi de bisikletle yolculuk eden insanlardı. Akşam olduğunda kamp alanı dolmuştu. Herkes vakitlice çadırına çekildi, sabah olduğunda da erkenden çadırlar toplandı ve herkes yeniden yola koyuldu.
Gün 5: Dillingen an der Donau > Marxheim (Bruck) (58 km)
5. günün şafağında doğuya baktık (daha epey bir yol vardı)
Donauwörth üzerinden Marxheim…
Kiraza dalan vaaarrr!!!
Marxheim küçük bir kasaba. Kaldığımız pansiyon 300 yıllık eski bir binaydı ve nehire çok yakın olduğundan bolca sivrisineğe ev sahipliği yapıyordu!
Gün 6: Marxheim (Bruck) > Ingolstadt (54 km)
Bisiklet yolu tabelaları yer yer sizi nehirden uzaklaştırıp iç yollara yönlendirebiliyor. Bu durumda, daha çok araçla karşılabiliyor ve nehri gözden kaybedebiliyorsunuz. Ne var ki, nehir boyunca ilerleyen ve tabelaların göstermediği yollar, patikalar mevcut. Yolda karşılaştığımız bir bisikletçinin Ulaş’a bu toprak yoldan bahsetmesi üzerine 6. günde biz de tabelaları bırakıp nehirden uzaklaşmadan bu yolu takip etmeye karar verdik. İlk bakışta taşkından korunmak için inşa edilmiş setlere benzeyen bu yükseltilerin üzerinden giden yollar olduğunu fark etmek çok kolay oldu. Aynı zamanda setlerin altında kalan kısımdan da ilerleyen toprak yollar bulunuyordu. Kimi zaman birimiz aşağıdan diğerimiz yukarıdan ilerliyorduk.
Yolun bittiği yerlerde ise ya nehri takip etmeye ya da haritaya bakarak yolu bulmaya çalışıyorduk.
Öğle vakti Neuburg’a ulaştık.
Yemek yiyip gölgede biraz dinlendik. Sonra yine hoplaya zıplaya orman yoluna dalmak üzereydik ki kilometre sayacımın düştüğünü fark ettim. Geri dönüp aradıysam da bulamadım, gitti güzelim SIGMA… 🙁
Öğleden sonra Ingolstadt‘a vardık. Buraya kadar gelmişken Yunus’u görmemek olmazdı.
Arkadaşlar iyidir!
Gün 7: Ingolstadt > Kapfelberg (77 km)
Ertesi sabah Kelheim’a doğru yola çıktık. Kelheim birkaç açıdan önemli bir yer; bunlardan ilki, kuzeyden gelen Rhein-Main-Tuna Kanalı’nın Tuna Nehri ile birleştiği nokta oluşu. Bu kanal toplam 171 km uzunluğunda ve aslında Kuzey Denizi’ni Karadeniz ile bağlıyor. Diğer önemli tarafı ise, Tuna Nehri’nin Kelheim’dan itibaren geniş teknelerin, mavnaların seyrüsefer yapabilmesine imkan tanıması. Sonuncusu ise Tuna Vadisi (Boğazı) olarak adlandırılan vadinin burada bulunuyor olması. Vadinin girişinde ise 7. yüzyılda inşa edilmiş olan Weltenburg Manastırı yer alıyor. Manastırın birahanesi kalabalık gruplarca ziyaret ediliyor.
Bu noktada bisikletçiler için iki alternatif var, biri boğazın arkasından dolaşıp Kelheim’e ulaşmak diğeri ise tekneye atlayıp vadiden geçmek. Biz ikinci alternatifi seçtik, iyi ki de öyle yapmışız. Nehirden vadiyi izlemek acayip güzel he!
(Rhine-Main-Tuna Kanalı, son düzlük…)
Kelheim’da öğle yemeği molası verdikten sonra kamp alanına doğru ilerlemeye başladık. Plana göre Ulaş ve ben çadırda kalacaktık. Kamp alanına toplu taşıma ile ulaşmak mümkün olmadığı için Ülker doğrudan Regensburg’a gidip bizi orada bekleyecekti. Kamp alanını bulduk bulmasına ama pek kamp kurulacak bir yere benzemiyordu. Güneşin altında, tek bir ağacın olmadığı ve sadece karavancıların bulunduğu bir tarlaydı burası! Yokuş aşağı salınıp Bad Abbach isimli kasabaya ulaştık. En yakın kamp alanını sormak için bir pastaneye girdim. 50-55 yaşlarında bir teyze, çok düzgün bir İngilizce ile bana yolu tarif etti. Beni biraz salak bulmuş olsa gerek ki bir kağıda kroki çizip kağıdı elime verdi. Üzerine de “Hava çok pis bozacak, oyalanmayın!“ diye tembihledi. Ancak tarif ettiği yer olduğumuz yerden 7-8 km kadar uzaktaydı. Biz de, yolda gelirken gördüğümüz bir başka kamp alanına gitmeye karar verdik. Oldukça sakin ve güzel olan bu kamp alanının tek sorunu, kampın sahibi olan teyzenin ota püsüre para istemesiydi (duş, wi-fi…) ama Ulaş kartal gözleri sayesinde wi-fi şifresini kaptı 🙂
Çadırları kurduktan sonra yemek yemek için yakındaki büfeye gittik. Büfeye yaklaşırken kulağımıza hafiften Yunan ezgileri gelmeye başladı. Menüye baktığımızda burayı işletenlerin Yunan olduğuna emin olduk. Sipariş verip oturduk, sırasıyla yemeklerimiz geldi. Arada birkaç kelime Yunanca edince mekan sahiplerinin yüzü güldü. Üzerine bir de cacık sipariş etmiştik ki bize birer kadeh Uzo ikram ediverdiler. Yemeği bitirip sabah 8’de kahvaltıda görüşmek üzere vedalaştık.
Gün 8: Kapfelberg > Regensburg (30 km)
Sabah erkenden uyanmış olmamıza rağmen kahvaltı edeceğimiz için toplanmayı birazdan ağırdan aldık. Ama, o da ne? Büfe kapalıydı! Boşuna beklemenin anlamı yok diyerek Bad Abbach’a ilerledik. Dün yolu tarif eden teyze yine işinin başındaydı. “İyi uyudunuz mu?“ diye sordu, “Uyuduk ama şimdi açız“ deyince bir güldü. Sağlam bir kahvaltı yaptık. Yolun bundan sonrası oldukça kısaydı (30 km) ve her gezinin sonunda olduğu gibi içime mutlulukla karışık bir hüzün çökmeye başladı. Yol boyunca fotoğraf/video çekmeye biraz zaman ayırdık, 5 yaş altı gençler futbol müsabakasını seyrettik 🙂 nehir kilitlerine girip çıkan tekneleri izledik ve sonunda Regensburg’a vardık.
Şansa, Regensburg’da 3 gün süren BürgerFest’e denk geldik. Her sokakta ayrı sahnelerde canlı müzik yapılıyor, biralar, sosisler havada uçuşuyordu. Bir turun sonunda olabilecek en güzel karşılamalardan biri bu olsa gerek! Misafirperver Regensburg halkı gelişimizi şenliklerle kutluyordu! Hoorrraaaaayyyy!!!!!
Başlangıç Tarihi/Bitiş Tarihi : 17.06.2017 / 24.06.2017
Toplam Mesafe : 506 km
Önemli Not
- Bu gezimizde, işitme engelli çocuklara ve ailelerine eğitim ve sağlık hizmeti veren Çocuk Eğitim Derneği için pedalladık.
Diğer Notlar
- Nehirlerdeki mesafe levhaları -genellikle- nehrin deniz döküldüğü noktadan kaynağa doğru artarak ilerliyor. Bir başka deyişle, nehrin deniz döküldüğü nokta 0 km kabul ediliyor.
- Debisi yüksek olan nehirlerde akışı düzenlemek ve/veya elektrik üretmek amacıyla inşa edilen setler mevcut. Bunların yanında da “kilit“ diye adlandırılan havuzlar bulunuyor. Havuzun içine doldurulan suyun kaldırma gücüyle alt seviyede bulunan tekneler üst seviyeye yükseltilerek seferlerine devam edebiliyorlar. Rhine-Main-Tuna Kanalı’nda bu kilitlerden tam 16 tane bulunuyor ve toplamda 175 metre yükseklik kazandırarak tekneleri deniz seviyesinden 406 metre yukarı taşıyor. Bu aynı zamanda kanala, yeryüzünde ticari sefer yapılabilen en yüksek su yolu olma özelliğini kazandırıyor.
- Eurovelo Avrupa’da toplamda 15 ana koridordan oluşan bir bisiklet yolları ağı. Bu ağın toplam uzunluğu 70.000 km’den fazla!! Tuna Nehri Bisiklet Yolu (Danube Bike Trail) ise 6 no.lu koridorun bir parçası. Bu koridor Nantes‘tan (Fransa) başlayıp Constanta’da (Romanya) sona eriyor. Toplam uzunluğu ise 4.448 km.
- Avrupa’daki diğer bisiklet yollarının çoğunda olduğu gibi bu rotanın da rehber kitapları mevcut. Deatylı yol tarifleri, haritalar, konaklama seçenekleri gibi bilgileri kitapta bulabiliyorsunuz. Ayrıca bu kitapların içinde bulacağınız kodlarla web sayfalarından GPS koordinatlarını indirebiliyorsunuz. Ancak işaretler gayet yeterli, çoğu zaman haritaya bakma ihtiyacı duymadan rahatlıkla ilerleyebiliyorsunuz. Yine de Google’ın offline haritalarını yanımda bulundurmayı tercih ettim, çok da işe yaradılar zaman zaman.
- Gezinin kalan etapları zaman ve imkanlar el verdikçe tamamlanacak umarım 🙂
Öpenazi!