28 Haziran gecesine kadar nedense hiç vakit ayıramadığım için sanki ÖSS’ye(şimdi adı değişmiştir) girecekmişim heyecanı ve stresi vardı. Okul yüzünden Balkan Mağaracılık kampının 2 gününü de kaçırdım ve 29’u sabahı Viyana’dan Ljubljana’ya trenle gitmek zorunda kaldım; hiç olmazsa üçüncü güne yetişebileyim (yoksa ki asla tren kullanmam :P), bizim çocukları görebileyim istedim. Amma velakin çok çalışkan olduğumdan trene binene kadar uyumadan 2 ödeve başlamam ve bititmem gerekti. Uykusuzluğa dayanabilen insanlardan değilim. Şehir planlama lisans eğitimi süresince arkadaşlarım projeme yardım ederken ben en yakın ve en rahat yatağı bulup uyurdum.
Yaz dönemini geçirdiğim Viyana’dan ayrılma vakti olduğundan 30 kiloluk bavulum ve 5 bisiklet çantası odayı dolduruyordu. Seda ve Özgün beni ziyaret ettiklerinde dönüşte ellerinde kocaman bir bavul buldular. 1 gün önceden çantaları hazırladım, kendimi zorlayıp sabahladım ve yola çıkma zamanı geldi. Duş aldım, kahve içtim ama zombilikten kurtulamadım. 10 dakikada çantaları son bir kez toparladım. Hayatımda ilk kez bir gün önceden kullanmayı denediğim kilitli pedal ayakkabılarını giydim, evdekilere veda ettim ve bisikleti yükledim. Yalnızca 3 km uzaklıktaki metro istasyonuna gidecektim ama önceden hiç deneme yapmadığımdan bisikleti kamyon gibi görününce ürktüm. Aha böyle bişey oldu.
Sonra bissmillah deyip ilk pedala basmamla allahın cezamı vermesi bir oldu. Bisiklet adeta deprem gibi sallıyordu. Arkaya kampta Seda’lara vermek için koyduğum bilgisayar her pedalda bacaklarıma giriyordu ama kilitli pedallaryüzünden pozisyonumu değiştiremiyordum ve selenin acısı her pedalda tazeleniyordu. Son anda yıkadığım çamaşırlarda kurumayınca ağırlığa ağırlık katmışlardı. Üstüne hiç yoktan frenler sürtmeye başladı. O ses insan rahatlatmaktan çok uzak bir ses.
Bu muydu yani bisiklet turu… Dedim ben vazgeçiyorum, böyle eziyet olmaz. Çok büyük endişeler ve uydurularak okunan duaların ardından trenin kalkmasına 5 dakika kala yetiştim. Büyükbaş hayvan taşıma yeri gibi duran tren vagonuna bisikleti 4 kişi ile anca koyabildik. Yere matı serip mükemmel bir uyku uyumayı hayal ediyordum. Adeta odam gibi benimsedim, hemen ıslak çamaşırları etrafa serdim. Sonra adam geldi, burası yasak abla içeri geç dedi. Tamam işimi bitireyim geçerim dedim, ahırdan çıkıp ilk bulduğum koltuğa yattım. Sonra adam yine geldi, uyandırdı, bir şeyler dedi gitti. Yine uyudum, adam yine geldi bu sefer bağırdı. Meğer 1. sınıf yerine yatmışım.
Uykusuzluğun ilk meyvesini verdi, kampın olduğu köye gelirken tamir-yedek iç lastik-yağ-pompa çantasını kaybettim. Neyse pasaport yerinde deyip kampta harikulade sosyal bir akşamüstü geçirmeye başaldım. Önce İtü’lüler ile sonra mağaracı-bisikletçi kaslı ile sosyalleştim. Önceden bir çok tur yapmış kaslıdan her gün ne yediğinin ve günün hangi saatinde sıçtığının ayrıntılı hikayelerini dinledik hep birlikte. Bu öğütler, hakkında hiç araştırma yapmadığım yolculuğum boyunca çok faydalı olacaktı kanımca.