Elbe Bisiklet Turu: Dresden’den Prag’a

Geçtiğimiz hafta burada 2 günlük bir resmi tatil vardı. Birkaç günlük bir bisiklet gezisi için çok uygun bir fırsattı. Ülker’le trene atlayıp Dresden’e gittik, ben dönüşü bisikletle yapacaktım.

Elbe Vadisi’ni birkaç kez trenden izleme şansım olmuştu. Bu vadiyi ve vadi boyunca uzanan bisiklet yolunu gördüğüm ilk günden beri buraya gelmek istiyordum. Özellikle Çek Cumhuriyeti ile Almanya sınırları yakınlarındaki bölge ayrı bir güzel… Vadinin derinleştiği, nehrin genişlediği bu bölümün güneyi Bohemya/Çek İsviçresi (Bohemian/Czech Switzerland – České Švýcarsko) kuzeyi ise Saksonya İsviçresi (Saxon Switzerland – Sächsische Schweiz) olarak adlandırılıyor. Vadi duvarlarının metrelerce yükseldiği, sarp kayalıkların tepesinde yer alan kalelerin, kaya kulelerinin ve yeşilin her tonunun bulunduğu çok geniş bir milli park alanı burası.

Elbe Nehri Çek Cumhuriyeti’nin kuzeyinden başlayıp Hamburg’da Kuzey Denizi’ne dökülerek son buluyor. Çekler ona Labe diyorlar. Toplam uzunluğu 1090 km ve bu mesafenin yaklaşık 370 km’lik kısmını Çek Cumhuriyeti topraklarında katediyor. Elbe Nehri bisiklet turunu yapmak isteyenlere nehrin kaynağından yola çıkması tavsiye ediliyor ki düzenli olarak irtifa kaybederek daha rahat bir tur yapılabilsin. Nehrin kaynağı ise Çek Cumhuriyet’nin en yüksek dağı olan Krkonoše’de, Polonya sınırına yaklaşık 500 metre uzaklıkta bulunuyor. 1386 metrede irtifadan deniz seviyesine dek uzanan toplamda 1200 km’den uzun bir bisiklet yolu…

Günce

Gün 0: Prag > Dresden (Tren)

Resmi tatil nedeniyle hem tren hem de trenin bisiklet bölümü oldukça doluydu. Öyle ki, son boş askıya ben astım bisikleti. Prag’tan Dresden’e direk tren mevcut ve yolculuk yaklaşık 2 saat 15 dakika sürüyor.

Elbe Nehri Dresden’i ikiye bölüyor; güneyde kalan kısmı eski şehir (Altstadt), kuzeyde kalan kısım ise yeni şehir (Neustadt). Eski şehir, şehrin asıl merkezi olarak da kabul ediliyor. Saray, kiliseler, müzeler, alışveriş merkezleri gibi tüm turistik noktalar bu kısımda yer alıyor. Yeni şehir ise gençlerin ve genç turistlerin gözdesi olan, kozmopolit kısım (şehir gezisinden doğru düzgün bir fotoğraf çıkmadı, kusura bakmayın).

Gün 1: Dresden > Děčín (83 km)

Gece otelde konakladık. Sabah 06:30’a doğru kahvaltıya indim. “Çok mu erken geldim acaba?“ diye düşünürken restorandan dışarı çıkan insanları gördüm. Yaş ortalaması sanırım 200 falandı! 06:30’da kahvaltıdan kalktıklarına göre muhtemelen günde 25 dakika uyuyor olmalılardı. Neyse, “genç“ arkadaşlarla birlikte kahvaltımı ettim, giyindim ve 07:00’de yola çıktım. Havada çok tatlı bir serinlik vardı, güneş de bulutların arasından hafif hafif süzülmeye başlamıştı. Hani çöpçülerin sokakları temizlediği saatler vardır ya, şehir daha yeni uyanırken ki… Tam o zamana denk geldim ve otelden nehir kıyısına kadar olan yaklaşık 500-600 metrelik yolu olabildiğince ağır ağır aldım.

Nehir kıyısına varır varmaz ilk yol tabelasını gördüm ve tüm yol boyunca tabelaları hiç kaybetmeden kolaylıkla ilerleyebildim. Yol boyunca işaretler oldukça yeterli ve bilgilendiriciydi.

Sırıta sırıta ilerlerken yoldaki bisikletçilerin çoğunluğunun karşı yönden (bana doğru) geldiğini fark ettim; normal tabi, herkes işe gidiyordu.

Yaklaşık 5 km sonra nehir yatağı güneydoğuya doğru kıvrıldı ve Pirna’ya kadar böyle devam etti. “Bir bakıp çıkmak için“ Pirna’ya girdim. Meydanı geçip ara sokakları gezerken bir kilisenin önünde buldum kendimi (St. Marienkirche). Mimarisi ile olduğu kadar içeriden yükselen org sesi ile de oldukça etkileyici bir kiliseydi. Bir süre durup müziği dinledim, sonra yola devam ettim.

Bu arada bisiklet yolu asfalt ve çok büyük oranda nehri görerek ilerliyorsunuz. Yer yer yol biraz içeri girse de nehire dokunacak kadar yaklaştığınız zamanlar da oluyor. Taşkın olduğu ya da nehrin yükseldiği zamanlarda bu yolun akıbeti ne oluyor diye merak etmedim değil…

Nehir aşağı ilerledikçe turistlerce sıklıkla ziyaret edilen noktalara yaklaşmaya başladım. Özellikle sabah erken saatte şehirden ayrılan tur tenkelerini yakalamaya başlamıştım. Seçebildiğim kadarıyla bu teknedeki yaş ortalaması da kahvaltı salonundaki gibiydi.

Yavaştan vadi duvarları üzerindeki köprüler ve kaleler görünmeye başlamıştı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yol üzerinde bisiklet tamir noktaları ve bunun gibi otomatlar mevcut (sadece Almanya’da)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Nehir, yol üzerindeki ilk büyük dönüşünü Rathen’de yaparak neredeyse 180 derece kıvrılıyordu. Ancak, bu dönüşten hemen sonra, bu kez Königstein’da bir kez daha kıvrılıyordu. Böylesi büyük bir nehrin bu kadar kısa mesafede bu şekilde kıvrıldığını su seviyesinden görmek etkileyici ama bir de yukarılardan görmek lazımdı.

Königstein’a yaklaşırken tepede bir kale gördüm. Tam kale de denmez aslında, öküz gibi bir şeydi tam olarak! Kayanın üzerine şehir inşa etmişler sanki! Ne var ki, bu yerleşke biraz yukarıda kalıyordu. “Çıkar mıyım, çıkamaz mıyım?“ diye düşünürken çoktan yokuşu pedallamaya başlamıştım bile…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yaklaşık yarım saat sonra Königstein Kalesi’ne vardım. Sıcak, yokuş, bisikletteki yükler… Ulan, Allah sizi bildiği gibi yapsın! Kalenin girişine vardığımda iki fotoğraf çeker inerim diye düşünüyordum ama kalenin etrafını dolanınca fikrimi değiştirdim. 1-1,5 saat kadar gezdim içeride, insan oğlu gerçekten çok acayip şeyler yapabliyor!

Neyse, unutmadan şunu paylaşayım çünkü onca eziyetin asıl ödülü bu manzaraydı benim için.

 

Bu arada, sağda solda bisikleti bırakırken 2-3 tane kilit takma alışkanlığından kurtulamadım (hoş kilitler de üflesen kopacak cinsten ya, neyse…) Kaleye girmeden önce bisikleti kilitlerken çantadaki elmayı orada unutmuşum. Geldiğimde kimsenin elmamı yememiş olmasına çok sevindim!

 

 

 

 

 

 

 

 

Elmayı yiyip inişe geçtim. İniş oldukça hızlı ve keyifli oldu. İnişin sonunda kısa bir yemek molası verdim.

 

 

 

 

 

 

 

 

Yavaş yavaş Çek sınırına yaklaşıyordum. Aynı zamanda da vadi duvarları yükselmeye başlıyordu.

 

 

 

 

 

 

 

69.km’de Almanya-Çek Cumhuriyeti sınırına vardım. Buradan sonrası artık memleketti! 🙂

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sınırdan sonra kısa bir yüzme molası verdim. Hiç öyle görünmese de akıntı epey kuvvetli, bayaaaaa bir sürüklüyor yani. Yalnız sıcağın altında pedal çevirirken suya girip çıkmak kadar güzel birşey varsa o da suya girip çıkıp gölgede yatmaktır herhalde!

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Nehrin bu kısımlarında tersaneler, irili ufaklı tekne inşa atölyeleri görmek mümkün.

 

 

 

 

 

 

 

 

Çek tarafına geçtikten sonra iki ülke arasındaki en göze çarpan fark Almanya’nın “durumlu“ olduğu kadar Çek Cumhuriyeti’nin “durumsuz“ oluşu. Bunu şehirleri, evleri, insanları görünce anlayabiliyorsunuz. Ne olmuş yani, ayıp mı! Yine de yaşanıyor bir şekilde, hayat devam ediyor. Geçmişte olmuş onca şeye, şu an istenen ama ol(a)mayan birçok şeye rağmen… Sonra düşündüm, insanoğlu ne büyük ve ne harika şeyler yapmış ve ne korkunç, ne kötü şeyler…

Aynı şiir aklımda dönüp duruyordu pedallarla birlikte:

Büyük insanlık gemide güverte yolcusu,

trende üçüncü mevki,

şosede yayan büyük insanlık.

 

Büyük insanlık sekizinde işe gider,

yirmisinde evlenir,

kırkında ölür büyük insanlık.

 

Ekmek büyük insanlıktan başka herkese yeter,

pirinç de öyle,

şeker de öyle,

kumaş da öyle,

kitap da öyle

büyük insanlıktan başka herkese yeter.

 

Büyük insanlığın toprağında gölge yok,

sokağında fener,

penceresinde cam

ama umudu var büyük insanlığın, 

umutsuz yaşanmıyor.

 

“Bu ülkedeki o gizli hüznü ve namükemmeliyeti seviyorum” diye geçirdim içimden.

Sınırı geçtikten sonraki ilk şehir Děčín (kabaca Diyeçin dye okunuyor). Burası aynı zamanda Ploučnice nehrinin Elbe nehriyle birleştiği nokta (toplam uzunluğu 103 km).

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Şehre vardığımda saat 15:00 civarıydı. Kendimi oldukça iyi hissediyordum, “Daha gitsem giderim hee“ dedim kendi kendime ama nereye ve ne kadar gideceğimi tam bilemedim bir an. Şu saçma plansızlık!.. Neyse, sonra “Ben kalayım yeaa…“ dedim ve kamp alanına girdim. Kamp alanı biraz garip bir yerde, üzerinden otoyol geçiyor, şehir merkezinden biraz uzak, çevresinde hiç birşey yok. “Aha da buyur, süper yere geldik“ diyordum ki içeride bir büfe olduğunu fark ettim. Haritalar falan da vardı, zaman geçerdi yani. Ee, bira da vardı. Oo, gittikçe güzelleşiyordu he! Çadırı kurup çantaları açtım.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sonra gidip bir duş aldım. Bu kampta duş için ayrı para ödemek gerekmiyordu. Yalnız ufak bir sorun vardı, soğuk ve sıcak su için iki ayrı düğme vardı duşta. Suyun sıcaklığını ayarlamak kolay olmuyordu, ya donuyor ya da haşlanıyordum. İki düğmeye aynı anda bastığım da durum çok değişmiyordu. İşte böyle böyle uğraşırken yıkandım bitti.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bir sosis, bir de bira aldım. İlk bira biraz Susurluk Ayranı kıvamında geldi ama tadı gayet iyiydi.

 

Yanımda da Ülker’in çantama koyduğu Uykusuzlar vardı, başladım okumaya. Güneş tepedeydi ve hava hala sıcaktı. O beğenmediğim otoyol gölgesi kurtarıcım oldu, aldım birayı geçtim gölgeye. Okudum, yedim, içtim, gevşedim. 3-4 bira sonunda çadıra girdim, hafiften de esmeye başlamıştı nihayet. Dedim ki “İşte insanlar böyle böyle alkolik oluyor zaar, yapacak birşey yoksa anca içer içer yatarsın!“.

 

 

Geceyarısı uykumdan uyandım, şakır şakır yağmur yağıyordu!

Gün 2: Děčín > Mělník (108 km)

Gece yağan yağmurun sesinden birkaç kez uyandım, sonrasında da tilki uykusu… Gün ağırmaya başladığında kuşlar da ötüşmeye başladı. Saat 05:30 gibi kalktım. (05:00 miydi yoksa?) Tuvalet, diş fırçalama, toparlanma derken 06:00’da yoldaydım. Sis, çiğ ve soğuk! Hava epey kapalıydı, yağar diye bekledim ama yağmadı. Kuşlar oldukça mutluydular, onların seslerini duymak beni de mutlu ettti. Usti nad Labem’e kadar durmadım.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bakkaldan süt, peynir, ekmek aldım. Güzel bir manzara buldum ve kahvaltımı yaptım.

 

 

 

 

 

Yolun devamında öyle bir yere geldim ki “Hayatımda gördüğüm en saçma bisiklet yolu!“ dedirtti (ama erken konuşmamak gerektiğini bir sonraki gün öğrenecektim!). Yol bitiyor, merdivenle köprüye çıkılıyor sonra tekrar merdivenden iniliyor, yaya alt geçididen geçilip sonunda asfalt yola çıkılıyordu. Bu geçişlerde/çıkışlarda bisikletçilere kolaylık (!) olsun diye de yan taraflara meyiller yapmışlar, bisikleti taşımak yerine itebilsin bisikletçiler diye… Lakin bisikletlerin sağında solunda bagaj olunca o kanallara sığamayacağını hesaba katmamışlar.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Çek tarafına geçtikten sonra yol numarası 2, tut bırakma, o seni götürüyor.

İstanbul’daki kedi bolluğu burada yok, arada bir-iki kedi görünce epey bir seviniyorum. Seslenince gelmiyorlar, sevdirmiyorlar tabi ama yine de görmek bile iyi geliyor namussuzları!

 

 

 

 

 

 

 

Yol kaplamasının çok kötü olduğu bölümlerde bisikletçiler kendi yollarını açmışlar.

 

 

 

 

 

 

 

Eski zamanlardan bugüne kalan hatıralar.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yol boyunca farklı noktalarda, aynı olayı hatırlatıp akla ve tarihe not düşen işaretler var; Ağustos 2002’de yaşanan seli. Binaların, kiliselerin duvarlarına yazmışlar. Hatta geçmiş yıllardaki sellerde suyun ulaştığı seviyeleri gösteren direkler, anıtlar dikmişler. 2002 yılı tüm diğer yıllardan daha yukarıda duruyor!

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Litoměřice’de çok durmadım, nehrin güneyine, Terezín’e geçtim. Buraya daha önce gelmiş ve kampı gezmiştim. Tekrar hatırlamak için kısa bir tur attım Terezín’de. İnsanların yaptığı onca iyi ve kötü şeyin kötü olanlarının bir kısmını tüm dehşetiyle görebileceğiniz bir yer burası. Dışarıda güneşin altında gülümsemek varken içeride ve uzaklarda hayatlarını yitiren binlerce insan olması çok acayip…

Terezín’in içinden Ohře nehri geçip Elbe Nehri’ne katılıyor (toplam uzunluğu 316 km, Almanya’da doğup Çek Cumhuriyeti’nde Elbe ile birleşiyor). İyi de balık yapıyor!

 

 

 

 

 

 

 

Şerbetçiotunun nasıl yetiştirildiğini biliyor musunuz?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İkinci günün varış noktası Roudnice nad Labem’di. Sabah 06:00’da yola çıkınca çok erken varmış oldum buraya. Merkezde bir tatlı molası verdim. Prag’da bir tatlı fiyatına burada üç tatlı yiyebiliyorsunuz, yedim de zaten!

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yine bir gün önceki gibi, “Daha gitsem giderim hee!“ dedim ama bu sefer gerçekten gittim. Haritaya baktım, Mělník’e 25-30 km gösteriyordu, “Alırım ben bunu!“ dedim. Ama çnce marketten ekmek ile kola aldım.

Hava epey ısındı, termometre 36 dereceyi gösteriyordu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Mola vermek lazımdı artık. Gölgeye çekildim, yemek yedim (soslu ton balığı), kola hala soğuktu! Müziği kulağıma taktım, nehre karşı uzandım.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

1 saat kadar sonra tekrar hareket ettim. Yaklaşık yarım saat sonra Mělník göründü. Kamp alanı şehir merkezinden biraz uzaktı ama asıl mesele uzak olması değildi. Kampa giderken çok dik bir yokuşa geldim. Normal zamanda inmesi çok keyifli olacak bu yokuş, ertesi sabah onu çıkacağımı düşününce hiç de keyifli gelmedi!

Çadırı kurup duş yaptım. Bu seferki duş jetonluydu, su sucaklığını ayarlama derdi yoktu. Sol üst köşedeki gösterge kalan zamanı gösteriyordu (kırmızı çıbıhlarla). 6-7 dakika gibi bir süre veriyordu. Köpürürken suyu kapatınca rahat rahat yetiyor zaman 🙂

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yakındaki büyük markete gidip meyve, süt, ekmek, zeytin ve biraz da tatlı alıp çadıra döndüm. Çok gecikmeden yattım ama gece yarısı yine yağmurun sesine uyandım.

Gün 3: Mělník > Praha (63 km)

Sabah yine erkenden yol çıktım. Tepeden son kez Elbe Nehri’ne, Vltava ile birleştiği noktaya baktım. Köprüyü geçip orman yoluna girdim. Burada yol Hořín Kilidi’nin üzerinden geçiyor. Bu kilidin havuzları oldukça uzun ve derin.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yolun buradan sonraki bölümünü daha önce gittiğim için biliyordum (bkz eski yazı). Geçen seferki kadar olmasa da yine çok rüzgar vardı. Bu bölgede rüzgarın sürekli olduğunu artık anladım. Rüzgar iri iri elma ağaçlarının dallarını kırmış yol kenarına süpürmüştü, dallardan dökülen elmalar ise etrafa saçılmıştı.

İlk gezide nehri kayık ile geçmiştim. Bu sefer kayıkla geçmek istemiyordum, onun için diğer yolu kullanmaya karar verdim (haritada her iki alternatif de görünüyordu).

Hani yukarıda, gördüğüm en saçma bisiklet yolundan ve erken konuşmaktan bahsetmiştim ya, alın size saçmalık!! Bir de dalga geçercesine uyarı levhası koymuşlar!! Hahahah!! 🙂

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Neyse, indir-kaldır yapıp geçtim köprüyü. Sonrasında tatlı tatlı ilerledim. Yolun hemen hemen yarısına gelindiğinde tabelalar nehirden ayrılıp iç kısma dönüyor. Bu yol hem araç yolundan gidiyor, hem tırmanış gerektiriyor, hem de nehir manzarasında uzak (ilk seferde bu yoldan gitmiştim). Harita nehir kenarından ilerleyen bir bisiklet yolu gösteriyordu ama yolun herhangi bir numarası yok, sadece bir patika görülebiliyordu. Tam o sırada patikadan gelen bir bisikletli gördüm, durdurup sordum patikadan gidip gidemeyeceğimi. “Gidersin“ dedi. Yol, tek bisikletin geçebileceği genişlikte, genelde toprak ama bazı bölümlerde parça parça kayalar var. Hatta bir tanesinin üzerinden zıplarken öyle bir ses geldi ki jantı kırdım zannettim. Ayrıca yol kimi zaman nehirden 3-4 metre kadar yükseliyor ve aşağı düşmek pek bir mümkünmüş gibi geliyor (özellikle spd kullanıyorsanız). Neyse ki, bisikletin yüklü ve tekerlerinin ince olmasına rağmen bir sorun yaşamadım. 8-9 km kadar bu yoldan ilerledikten sonra asfalta ve A2 yoluna ulaştım, buradan sonrası yayla gibiydi zaten. İlk büfeye yanaşıp kutlama için gerekli malzemeleri tedarik ettim.

 

Keyif ve afiyetle eve dönmek ne güzel!

 

 

Başlangıç Tarihi : 6 Temmuz 2017

Bitiş Tarihi         : 8 Temmuz 2017

Toplam Mesafe : 254 km (harita)

 

Notlar

  • Dresden, 500.000’i aşkın nüfüsuyla Hamburg’dan sonra Elbe’nin yolu üzerindeki en kalabalık ikinci şehir (Aynı zamanda Saksonya eyaletinin de başkenti)
  • Haritaya bakarken fark ettim ki ülkenin bir diğer büyük nehri olan Vltava’nın kaynağı -ki o güneyde yer alıyor- Almanya sınırına aşağı yukarı 500 metre mesafede.
  • Çek Cumhuriyeti’nin en yüksek noktası, Krkonoše’de yer alan Sněžka (1603 metre). Yazın yürüyüşçülerin ve bisikletiçilerin, kışın da kayakçıların bolca ziyaret ettiği bir bölge.
  • Nehrin kaynağında (Çekçe’de „Pramen Labe“ olarak adlandırılıyor), uzunca bir duvarda nehrin geçtiği şehirlerin/kasabaların armaları yer alıyor.
  • Bizim ülkede olduğu gibi burada yolda çeşmeler bulunmuyor. Yol boyunca çeşme suyu içilebildiğinden ve herkes bisikletçilere alışkın olduğundan suluklarımı doldurabilir miyim diye sorduğumda hep yardımcı oldular.

About elyaf

genç nekrop
This entry was posted in Avrupa, Bizim Gezi Yazılarımız, Cek Cumhuriyeti, Gezenlerin Yazdıkları, kampli gezi, yok. Bookmark the permalink.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *