28 Eylül’de Prag’a geldik, daha doğrusu taşındık. Güzel bir şehir Prag, İstanbul’a kıyasla oldukça küçük ve sakin. Şehrin tam ortasından Vltava Nehri geçiyor; o da şehir gibi sakin ve güzel.
Geldiğimden beri Vltava’nın aşağısında ve yukarısında ne olduğunu görmek istiyordum. Çok küçük de olsa bir kısmını görebilmek için bisikletle “aşağı doğru” pedal bastım.
Öncelikle şunu söyleyeyim, burası bisiklete binmek için çok müsait bir şehir. Oldukça iyi bir bisiklet yolu ağı var şehirde. Merkezde ya da merkezin dışında olsun fark etmiyor, etrafta bisikletliler için konmuş sarı tabelalar görüyorsunuz. Bu tabelaların bazıları biraz daha büyük ve üzerlerinde yol numarası, istikamet ve mesafe bilgileri bulunuyor. Bazıları ise daha küçük ve sadece üzerinde olduğunuz yolun hangisi olduğunu ya da … numaralı yola girmek için hangi yöne dönmeniz gerektiğini gösteriyor. Hatta karışıklık olması muhtemel noktalarda yere boya ile oklar çizildiği de oluyor. A1 ve A2 popi yollar, nehrin sağ ve sol kıyısı boyunca uzanan yollar bunlar.
Bisiklet için ayrı şeritler olabildiği gibi kimi zaman otomobillerle kimi zaman da tramvaylar ile aynı yolu kullanmak gerekebiliyor. Hatta bugün ilk defa çakarlarla ayrılmış bir yola denk geldim:
Sürücülerin büyük çoğunluğu saygılı ve anlayışlı. Dibinize girip kornaya abanmak yerine 5-10 metre geriden gelip uygun bir boşluk bulduklarında sizin 1-2 metre uzağınızdan sakince geçip gidiyorlar. Hatta bazıları daha da uzaktan geçiyor. Böylelerini görünce “Bu adam da muhtemelen bisiklete biniyor” diye düşünüyorum her seferinde.
Evden çıktıktan sonra nehir boyunca güneye doğru ilerlemeye başladım. İlk 15 dakika boyunca otomobillerle ilerledikten sonra nihayet sadece bisikletlere ve yayalara ayrılmış yola geldim. Koşan, yürüyen, bisiklete binene ve bira içen insanlarla doluydu yol.
Neyse, şehir merkezinden uzaklaştıkça köprülerin sayısı azalmaya başladı. Köprü olmadığında karşı kıyıya geçmek için kullanılan en basit ulaşım yöntemi kayık! Ama sanırım akıntıya saygı duyuyorlar (ya da tırsıyorlar) 🙂
Ulaşım demişken, şehrin toplu taşıma sistemi oldukça geniş, verimli ve uygun fiyatlı. En çok tercih edilen iki bilet türü 30 ve 90 dakikalık biletler; bunların fiyatları 24 Koruna ve 32 Koruna (yaklaşık 3-4 TL) ve her türlü toplu taşıma aracında kullanabiliyorsunuz (metro, tramvay, otobüs, füniküler, tekne). Yıllık kart alacak olursanız hepten ucuza geliyor, onun fiyatı da yaklaşık 450 TL.
Şehirde birçok noktada demiryolu geçitleri (hemzemin geçitler) var. Pozor Vlak: Dikkat Tren! 🙂
Demiryolu geçidini geride bırakıp nehir boyu ilerlemeye devam ettim ve karşıma bir hidroelektrik santrali çıktı. Vltava Nehri üzerinde kurulu 9 adet hidroelektrik santrali var, bunlardan biri de -akış yönüne göre sonuncusu- Vrané (Vltava’nın Elbe ile buluşmasına 71 km kala karşınıza çıkıyor). Barajın fotoğrafa göre sağ tarafında, teknelerin geçebilmesi için yapılmış kilitler var. Bunlar birer havuz gibi çalışıyor; tekne içeri girince ön ve arka taraftaki kapaklar kapanıyor ve içeriye su dolduruluyor (basılıyor). Su ile birlikte yükselen tekne ön kapak açılınca barajın diğer tarafına geçip yoluna devam ediyor (ters taraftan gelen için bu adımların tam tersi izleniyor). Barajlar elektrik üretmenin yanısıra nehirdeki su seviyesini kontrol etmek amacıyla da kullanılıyorlar. Öyle ki, 2002’de ve 2013’te nehrin neden olduğu sellerde Prag şehri ciddi ölçüde zarar görmüş, metro hatları geçici olarak hizmet veremez hale gelmiş, hayvanat bahçesindeki hayvanların bir kısmı telef olmuş, evler falan hep rezil olmuş… Barajlar dışında, birçok noktada setler ve regülatörler de mevcut. Hatta şehir merkezinde de bunlardan birkaç tanesi görmek mümkün.
Buraya kadar herşey yolunda gidiyordu. Yolda araba yoktu, yolda birkaç bisikletli gelip geçiyordu. Skochovice isimli bir semte ulaştım. Sonra ne olduysa bisikletlileri göremez oldum. Sonra bir çıkmaz sokak tabelasıyla karşılaştım ama nedense içimdeki hisse güvenip nasıl olsa nehre paralel ilerliyorum, sorun olmaz deyip pedal çevirmeye devam ettim. Ancak 5 dakika sonra öyle bir yere geldim ki tam anlamıyla yol bitti! Son olarak park etmiş iki araç gördüm, ileride ise demiryolu uzanıp kıvrılıp gidiyordu. En kötü, demiryolunun yanından ilerlerim diye düşündüm ve bisikleti elime alıp dar patikadan yürümeye başladım. Nedense haritaya bakmak yerine bodoslama ilerlemek daha cazip geldi. Tam o esnada demiryolu geçidinin çanları çalmaya başladı, ileriden bir tren geldi, düdüğünü çaldı ve geçip gitti. Demiryolu boyunca önce bisiklet elde sonra ben bisikletin üzerinde, ara ara bisiklet benim üzerimde ilerledim. Patika kâh genişliyor kâh daralıyordu. Genişlediğinde bindim, daraldığında indim.
Yolu hemen hemen yarılamıştım ki az ileride üzerlerinde reflektörlü yelekler olan iki adam gördüm. Kısa bir süreliğine kafalarını bana çevirip sonra tekrar işlerine baktılar ama çalılardan ötürü ne ile uğraştıklarını göremedim. Demiryolu görevlileri olduklarını düşünüp takır tukur onlara doğru yaklaşmaya devam ettim. Biraz daha yaklaşınca fark ettim ki adamlar demiryolu görevlisi değildi, avcılardı ve irice bir yaban domuzununu vurup kıçtan başa yarmışlardı. Bildiğim birkaç kelimeden biriyle adamları selamladım, sonra yüzümde salakça bir ifadeyle adamın tüfeğini ve yerde yatan domuzu işaret ederek “Puf puf?” dedim adamlara. Hahahaha!!! 🙂 Bir de üzerine utanmadan fotoğraf çekmek istedim. Adamlardan biri önce itiraz etti ama ısrarımı görünce sigarasından derin bir nefes çekip benle uğraşmamaya karar verdi.
Diğer adam bana birşeyler söyledi, ileride bir tünelden bahsettiğini anladım ama hepsi bu kadar. Geçilip geçilemez olduğunu sordum (bunu sorarkenki hareketlerim de fena değildi) ama ben Çekçe, onlarsa İngilizce bilmedikleri için uzatmadan veda edip takır tukur ilerlemeye devam ettim.
Ve kısa süre sonra adamın bahsettiği tünele ulaştım. Tabii bu esnada arada bir dönüp geriye bakmayı da ihmal etmedim. Bizim ülkede olsa kesin s.kerlerdi, bisikleti, cüzdanı, telefonu alıp beni de nehire atarlardı diye geçirdim içimden. 🙂 Garip ama tren yolu boyunca ilerlerken Yenice’de yürüdüğümüz zaman geldi aklıma (Kelemen’e giderken), baya bir mutlu oldum o anda!
Neyse, tünelin uçu görünmüyordu ama çok uzun olmazdı (yine o salak özgüvenden olsa gerek). Flaşörleri açıp tünele girdim, garip bir huzur geldi girince. Birkaç dakika yürüdükten sonra ışık göründü ama başka bir tünel daha çıktı karşıma. “Hay anuna goyyüm!” deyip ona da girdim. Bu arada da sağdaki boşluğu kesiyorum, tren gelirse kendimi atacağım ya hesapta… 🙂 Kendini atamayan arkadaşlar olmuş:
İkinci tünel daha kısaydı. Tünelden çıktığımda bir adam iki küçük çocukla oynuyordu, beni görünce biraz tedirgin oldu. 🙂 Aradan 1 dakika falan geçti, karşıdan bir tren gelip tünele girdi 🙂
Bu bölgedeki doğal yaşamla, burada yapılan çalışmalarla ilgili bilgilendirici tabelalar var etrafta ama tabii ben sadece resimlere bakıp geçiyorum şimdilik 🙁
Karşı kıyıya ne zaman geçsem diye düşünürken bu köprü çıktı karşıma, ben de dayanamayıp geçtim (Stary Davelsy Most). Kıyının karşı tarafı Davle. Uzun mesafeli yürüyüş yolları bu kasabadan geçiyormuş ama ben henüz bu yolları göremedim.
Buradan yaklaşık 5 dakika uzakta güzel birşey oluyor. Vltava Nehri’nin yan kollarından biri olan Sázava Nehri 218 km’lik yolun sonunda Vltava ile birleşiyor.
Bunu gördükten sonra yavaştan geri dönmeye karar verdim, çünkü dönüş yolunda başka bir yan kolun daha Vltava’yla birleşmesini görecektim. Karnım acıkmıştı ama yanımda hiç para yoktu. Biraz su ve bir Snickers ile dönüş yolu öncesi kısa bir mola verdim. Moladan sonra kuzeye doğru pedal basmaya başladım ve Zbraslav’a ulaştım.
Köprü üstü St. James Kilisesi (Kostel sv. Jakuba Většího) queyfi!
Sonra da bunları gördüm…Otoyolların altında bisikletlere özel yapılmış geçiş yolları var, oğlum süper birşey lan bu!!!
A1’den merkez istikametinde ilerlemeye devam ettim.
Ve diğer bir yan kol olan Berounka da Vltava’yla buluştu.
Artık nehrin batı kıyısından eve dönüş yolundaydım ve keyfim çok yerindeydi. Uzun ve sakin bir yolun sonunda Prag tüm güzelliğiyle duruyordu.
Yolunuz düşerse bekleriz efeem!
Sevgiler,
GDO