Karlštejn

Gün geçtikçe alışmaya ve daha çok sevmeye başlıyorum Çek Cumhuriyeti’ni (yeni ama henüz benimsenmeyen adıyla Çekya’yı). Bunun birkaç sebebi var;

  • İstanbul’dan çıkıp gelince aptala dönmüyorsunuz, uyum sağlaması kolay.
  • İnsanlar, bazı ülkelerdeki gibi şımarık, ukala değiller (genelleme için kusura bakmayın), tamam çok sıcakkanlı sayılmazlar ama en azından medeniler ve kendi işlerine bakıyorlar; size de karışmıyorlar.
  • Kavgacı ya da huzursuz değiller. Son 300-400 yıldır da pek savaşmamışlar zaten. İsteyene vermişler ülkeyi “Nasıl olsa sonra ger alırız” deyip ve çoğunlukla da -biraz az, biraz fazla- geri almışlar memleketlerini.
  • İnsanların öncelikleri lüksten ziyade günlük ihtiyaçlarını karşılamak. Biraz geçmişin, biraz da bugünkü ekonomik şartların etkisiyle, insanlar çılgın gibi tüketme alışkanlığından kısmen uzaklar (en azından görebildiğimin büyük bir kısmı)
  • Her ne kadar Avrupa’da da olsanız bir tarafı hâlâ “eski” olan bir ülke. O eskiliğin içinde aradığınız her ne ise denk gelme ihtimaliniz yüksek. Ortaçağa ya da daha yakın tarihe dönmek isterseniz zorlanmadan yapabilirsiniz bunu.
  • Her yere çok yakın ve küçük bir ülke olması nedeniyle gezmesi, görmesi son derece kolay.
  • Tren yolları çok güzel, trenleri de güzel ve ulaşım fiyatları oldukça uygun. (otobüs fiyatları da aynı şekilde)
  • Bisiklet yolları -şimdilik sadece Pragtakiler için söyleyebilirim- baya güzel ve bisiklet yolları üzerinde bira bahçeleri var! (Öyle ki nehrin sağ yakasındaki yoldan kuzeye doğru giderken yolun bir bölümünde 5 kilometrelik mesafede 6 tane bira bahçesi varmış, uzun bir yol yani…) 🙂
  • Meraklısına not; sokakta ot içmek serbest (püfffff)

Bunları sıraladıktan sonra, yukarıdaki maddelerden birkaçını bir araya getiren bir gezi yazısı paylaşmak istedim sizinle.

Geçen akşam Ülker ile bir plan yapıp Prag’a trenle 40 dakika mesafede bulunan Karlstejn kasabasına gitmeye karar verdik. Burayı seçme sebebimiz kasabada bulunan Karlstejn Kalesi’ni görmek istememizdi.

Şanslıyım ki tren yolculuğu söz konusu olunca Ülker de en az benim kadar heyecanlı ve istekli oluyor ama ben bir teklif de daha bulunup birlikte gidip ayrı dönmeyi teklif ettim; o trenle ben ise bisikletle dönecektim. Kabul etti 🙂 Sabah kalkıp hazırlandık, metroyla merkez tren istasyonuna (Hlavni Nadrazi) gidip biletlerimizi alıp ilk trene bindik. Bu arada, Prag’ta metroya bisikletle binmek serbest ve bunun için herhangi bir ek ücret ödemeniz gerekmiyor. Dikkat etmeniz gereken iki şey var; yoğun saatlerde (genelde mesaiye gidiş ve mesaiden dönüş saatleri) bunu denememek ve metroya (trene) doğru kapıdan binmek. Bunun için de bisikletle girebileceğiniz kapıların üzerinde bisiklet sembolleri bulunuyor.

Tren istasyonunda platformlardan önceki son bilgi tabelaları… Ben bile anlayabiliyorum bunları… “09:17 Beroun treni…. Haaaaa, 1A’daann…..

Platformlara giden yolda yüksek ve geniş bir kubbe var. Elimdeki çanta ve sandviçler yüzünden fotoğrafını çekemedim ama çekilmişini buldum. Altından geçerken çok ihtişamlı görünüyor köftehor!

1 numaralı platformda bu heykel çıkıyor karşınıza. Hikayesi biraz hüzünlü ve umutlu… Bu adamın adı Nicholas Winton. Kendisi bir İngiliz ve çoğunluğu Yahudi olan 669 çocuğu Alman işgali altında bulunan Çekoslovakya’dan güvenli bir şekilde çıkarıp onlara İngiltere’de kalacak yer sağlamış.

Bizim bindiğimiz tren iki katlı bir “City Elefant”. 1. ya da 2. sınıfta yolculuk edebiliyorsunuz (2 süper valla, 1 daha ne kadar iyi olabilir acaba?). Yine üzerinde bisiklet sembolü olan vagonlara bisikletle binebiliyorsunuz.

Vagona girince bisikletinizi çıkarıp askıya asıyorsunuz (yer yoksa uygun bir yere koyabiliyorsunuz). Bisikletin yakınında değilseniz kilitlemekte fayda var.

Bilet fiyatlarına gelince, bir kişi gidiş dönüş bilet fiyatı 70 Koruna (9,5 TL). Yıllık toplu ulaşım kartımız olduğu için indirim uyguladılar, normal fiyatı galiba 96 Koruna –bisiklet için ek ücret ödemedik.

9 durak sonra Karlstejn’e vardık.

Yolcular için bir kütüphanesi var bu istasyonun!

Hava sabah soğuktu, derecesine bakmadım ama sıfırın altında olduğu kesindi. Tüm bitkiler ve ağaçlar ince bir buz tabakasıyla kaplanmıştı. Yani herşey soğuktu! Nehrin üzerinden duman tütüyordu (her ne kadar fotoğrafta anlaşılmasa da) ve yoğun bir sis vardı.

Kısa bir yürüyüşün ardından kaleyle aynı adı taşıyan Karlstejn kasabasına vardık. Kale ve kasaba adını Çek kralı IV. Charles’tan (Karl, Karel, Karla) almış. Kasabanın girişinde ve muhtelif yerlerinde eski eşyalar, hediyelikler ve ikinci el kıyafetler satan dükkanlar var (bazıları evdeki eskileri satmaya çalışıyor gibi).

Kasaba küçük ve ilk bakışta tek bir caddeden ibaret gibi görünüyor. Sağlı sollu iki-üç katlı evlerin arasından yürürken bir anda karşımızda kaleyi gördük. Sisin içinde çok heybetli görünüyordu.

Biraz daha yürüdükten sonra, tırmanıştan önce uygun bir yere bisikleti bırakıp eşyaları yanımıza aldık. (sonradan gördük ki kalenin avlusunda da bisiklet parkı varmış, neyse..)

Yaklaşık 10 dakikalık bir yürüyüşle kaleye ulaştık ama sis burada daha da kuvvetliydi. Sis nedeniyle kalenin çevresini ve manzarayı da göremedik haliyle.

14. yüzyılda inşa edilen kale Çek Cumhuriyeti’ndeki en popüler kalelerden biri. Çeşitli kutsal emanetler, tablolar ve türlü kraliyet hazineleri uzunca bir süre bu kalede muhafaza edilmiş. Şu anda sergilenen parçaların çoğu ise replika yani kopyaları. Kaleyi kendi başınıza gezemiyorsunuz; illa ki rehberli bir tura katılmanız gerekiyor. Sanırım turlar içerisinde en ilgi çekeni “The Chapel of the Holy Cross” ama bu bölüm bir süreliğine kapalı olduğu için burayı gezemedik. Kalenin geri kalanını görebildiğimiz 1 saatlik tura katıldık. Diğer müzelere kıyasla fiyat biraz yüksek (iki kişi 540 Koruna > 75 TL)

Rehber her odada hem tarihçeyle hem de o odada bulunan parçalarla ilgili bilgiler veriyor. Yalnız ilginç olan birşey var ki her odadan çıkarken kapıyı kilitliyor. Kapıların ve kilitlerin eski olduğu düşünülürse anahtarları da biraz büyük. Ve çok sayıda oda gezildiği için rehberin elince bolca büyük anahtar var 🙂

Kale birkaç bölümden oluşuyor. İlk girişte karşınıza çıkan bölüm Burgrave House. O dönem burada kalenin “müdürü” takılıyormuş. Bu kişi aynı zamanda kaledeki tüm güvenlik birimlerinin de amiri konumundaymış. Bugün ise giriş biletini de yine buradaki müdürden alıyorsunuz 🙂 Maket üzerinden anlatmak daha kolay bence:

Buradan ve buradan kaleyle ilgili daha detaylı bilgiye ulaşabilirsiniz. İç kısımlarda güzel fotoğraflar çekemedim ama bana ilginç gelen iki nokta oldu.

Bunlardan ilki o dönemki tuvaletlerden biri (yukarıda cumbaya benzeyen kahverengi şey). Rehberin anlatımıyla, o dönemki tuvalet sistemi basit bir prensiple çalışıyormuş; yer çekimi!

Bir diğeri ise büyük kuleye bağlanan köprü. Bu köprü özellikle ahşaptan yapılmış, sakata gelinirse yakılıp içeride altınlar ve mücevherle huzur içinde ölmek için…

Replikalardan iki örnek:

Tur bittiğinde acıkmış ve üşümüştük (çünkü kalenin içi de dışarısı kadar soğuktu). Sis yokken son birkaç fotoğraf çekip yemek yemeye koştuk.

Bir önceki yazıda yürüyüş yollarından bahsetmiştim. İşte bu yolların bazıları buradan da geçiyor. Tabelalara ek olarak kısa aralıklarla renkli işaretlerle de rotadan sapmadan ilerleyebiliyorsunuz.

Patatesli gulaş çorbası (35 Koruna > 5 TL)

Kaleye son bakış

Karlstejn’den her 30 dakikada bir Prag’a tren var. Ülker’i 14:32 trenine bindirip ben de yavaştan yola koyuldum.

Tabii önce üzerimi değiştirmem gerekiyordu. Yol için birkaç parça abur cubur da fena olmaz diye düşündüm. Sorun şu ki, tren istasyonundaki tuvaletin kapısı kilitliydi ve çevrede üst baş değiştirecek başka bir yer yoktu. Hava da soğuk olunca çat diye indiremiyorsunuz pantolonu. O yüzden biraz ilerleyip uygun bir yer bakmaya başladım. Bu esnada, yol üzerinde sıcak şarap ve çörek (pretzel) satan bir adama denk geldim. Sıcak şarap yerine küçük bir bardak sıcak bal likörü ile bir tane çörek alıp gömdüm.

Etrafta ne bir tuvalet ne de kabin benzeri herhangi bir şey vardı. Dil konusunda zaten sorun var, birine derdini anlatmaya çalışsan elli tane takla atmak gerekecek. Bununla uğraşmak yerine boş bulduğum ilk bankta durup üzerimi değiştirmeye karar verdim. Ama o nasıl bir soğuk! Arkadan esen rüzgar mabada değince… Offfffff!!! Soyunup giyinmem 30 saniye bile sürmedi 🙂

Hava güneşliydi ama eskilerin deyişiyle “eşek donduran güneşi”, 100 metre kadar gittim gitmedim ağzım burnum düşecek gibi oldu. Maskeyi takıp tekrar bastım pedala. Hasta la vista, bebeğim!

Yol üzerinde birkaç yokuş vardı, çok iyi geldi, epey ısıttı ama tepelere ulaşır ulaşmaz iniş başlıyordu. Başlarda inişler biraz üşüttü ama öyle tatlı inişlerdi ki önce sakin olup yokuş aşağı saldımsa da sonra dayanamayıp öküz gibi abandım pedala 🙂

Prag Bey” diyeceksiniz ulan!

Günün haritası ve hatırası:

 

Öpenazi!

About elyaf

genç nekrop
This entry was posted in Avrupa, Cek Cumhuriyeti, Gezi Yazıları. Bookmark the permalink.

1 Response to Karlštejn

  1. Coşkun OCAK says:

    Bay elyaf…Gezinizi ve paylaştığınız bilgi,yazı ve görselleriniz muhteşem.Paslarım gitti.Taaa oralara gidip geldimmm…Gençlik yıllarımda pedal basarken yolların kilometrelerce şarkılar mırıldandığı geldi aklıma….emeğine teşekkürler…Ayaklarına-nefesine-pedallarına kuvvet..Hepsine selamlar…Yeni pedallarda buluşmak temennisiyle…Sevgilerimle.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *